Öne Çıkanlar babacan Ekremimamoğlu edataşpınar acemoğlu Musulu kaç milletvekilinin oyuyla verdik

Devrimlerin gerekli olup olmadığı tartışılmalı.

Atatürk’ün “taraf” olduğu hiçbir konu bu ülkede doğru düzgün hiç tartışılmadı... Sadece kavga edildi... “Taraf” olanlarla “karşı” olanlar birbirlerini yere sermek için çabalayıp durdular. Zaten tartışılamazdı da: Çünkü “Koruma Kanunu” vardı ve “m

Devrimlerin gerekli olup olmadığı tartışılmalı.
Atatürk’ün “taraf” olduğu hiçbir konu bu ülkede doğru düzgün hiç tartışılmadı... Sadece kavga edildi... “Taraf” olanlarla “karşı” olanlar birbirlerini yere sermek için çabalayıp durdular. Zaten tartışılamazdı da: Çünkü “Koruma Kanunu” vardı ve “muhalif”lerin tepesinde “Demokles’in kılıcı” gibi sallanıyordu! Düştü düşecek, vurdu vuracak! Böyle bir ortamda sağlıklı ve özgür tartışma yapmak mümkün değil. Sonunda herkes kendi çalar, kendi oynar, ama fikir hayatına ve tarihe hiçbir katkı olmaz. Kemalistler, “Oldu da bitti maşallah, nazar değmez inşallah!”, muhalifler, “Geldi geçti” havasından çıkıp aşağıdaki tek soruya cevap aramalı... Soru şudur: Devrimler zaruretlerden mi doğdu?.. Saltanatın ve hilafetin kaldırılması; Medeni Kanun’un kabul edilmesi (ki, Osmanlı gayrimedeni kanunla mı altıyüz sene yönetilmişti? Tarikatların kaldırılması, türbe, tekke zaviye ve medreselerin kapatılması; Laikliğin kabul edilmesi; Şapka ve kıyafet kanunu; Takvim, saat ve ölçüleri değiştirme; Harf İnkılâbı, Dil İnkılâbı, Tarih İnkılâbı... Bu dosyaları, “taraf” ve “taraftarlığın”; “sevgi” ve “nefret”in dışında, “gereklilik”, “geçerlilik” ve “zaruret” çerçevesinde, yeniden açmamız lâzım. “Dönemin şartları”nı dikkate almakla birlikte, fikrimizi şartlara hapsetmeden bunu yapabilmeliyiz. Zira şartları sebepler hazırlar. Bazı hallerde “şart”lara sığınmak, tarihe karşı sorumluluktan kurtulmanın tek yoludur. Bu yüzden gerekip gerekmediğine bakmak icap eder. En aykırı sorudan başlayalım: “Saltanat ve hilâfeti kaldırma zarureti var mıydı?” Hemen “saltanatçı” (ki, olsam ne lâzım gelir? Demokrasi “saltanatçı” olma hakkı da tanıyan rejimin adıdır) damgası vurmadan düşünün ki, yıllar boyu insanları damgalayarak susturdunuz, ama bir işe yaramadı: Zaten bu saatten sonra kimseyi susturamazsınız... Düşünün ki, Avrupa’nın pek çok devleti ile İskandinav ülkeleri ve Japonya “monarşi” ile gül gibi yönetiliyor. Ve düşünün ki, 23 Nisan 1920’de Ankara’da açılan Meclis, “Cumhuriyet Meclisi” değil, “Osmanlı Meclis-i Meb’usanı”dır ve meşrutiyet döneminde seçilmiş milletvekillerinin Ankara’ya gelmesiyle oluşmuştur! İkincisi: 29 Ekim 1923’de ilân edilen Cumhuriyet ise “isimden ve resimden ibaret” bir cumhuriyettir. O kadar ki, çok parti ile yönetilen Osmanlı’nın cumhuriyete geçişi tek parti ile olmuş ve tek partililik 1946 yılına kadar sürmüştür. Dünya şartları zorlamasaydı, kim bilir daha ne kadar sürecekti? Kaldı ki, Milli Mücadele döneminin önder isimlerinden bazıları “Cumhuriyet gibi bir zaruret olmadığını” söylerken, Karabekir Paşa gibi diğer bazı isimler, “Saltanat kaldırılmalı, hilâfete ise dokunulmamalıydı” fikrindedirler. Gerekçelere tek tek bakmak şart: Çünkü biliyorsunuz devrimler, “Ben yaptım oldu!” anlayışı içinde gerçekleştirildi. “Ben yaptım oldu” anlayışının egemen olduğu devletin yönetim tarzına “demokrasi” denemeyeceğine göre, adını net koymamız lâzım: Diktatörlük! Yavuz Bahadıroğlu/yeni akit

Avatar
Adınız
Yorum Gönder
Kalan Karakter:
Yorumunuz onaylanmak üzere yöneticiye iletilmiştir.×
Dikkat! Suç teşkil edecek, yasadışı, tehditkar, rahatsız edici, hakaret ve küfür içeren, aşağılayıcı, küçük düşürücü, kaba, müstehcen, ahlaka aykırı, kişilik haklarına zarar verici ya da benzeri niteliklerde içeriklerden doğan her türlü mali, hukuki, cezai, idari sorumluluk içeriği gönderen Üye/Üyeler’e aittir.