Lozan Zaferi(?)nin mimarlarından, ‘asker' İ.İnönü diyor ki: “Ben Lozan'a gidene kadar çizmeden başka bir ayakkabı tanımıyordum. Sabahleyin yataktan kalkar kalkmaz ilk İşim olarak çizmeyi ayağıma geçirir, ondan sonra tabii bir şekilde terlikle dolaşıyormuşum gibi hazırlanırdım.”
Mahmut Esat Bozkurt, şapka inkilâbı ile alâkalı olarak, M.Kemal Paşa'ya “Şapka giymek, bu millet hesabına bir Musul fethinden üstündür!” deyince, Kemal Paşa gülümseyerek, kendisini tasdiklediler…
Aziz Vatan'da hangi vakit “Lozan” mevzuu açılsa, bir yaygara kopar gider. Bir cenah müdafaa, bir cenah hakikâtler üzerinden konuşur da, bir sonuca varmak güç olur. Biz makalemizde münâkaşadan ziyade, mevzua bizzat vâkıf olanların anlattıklarını naklederek, okuyucularımızı düşünmeye sevk edeceğiz.
O yüzden daha evvel yaptığımız ikâzı tekrarlıyoruz: “Bizim kalemimiz ve kelamımız sadece düşünen insanlar için bir şeyler anlatır. Yarım saatlik sloganların esiri olmuş insanlar, lütfen buradan ötesini okumasınlar…”
Lozan deyince, belki de hiç konuşulmayan, lâkin mevzuun en büyük misyon sahiplerinden biri olan, Haim Nahum efendi ile söz başlıyoruz. Kendisi 22 Kasım 1922 ile 4 şubat 1923 tarihleri arasında, Türk Delegasyonunun müşaviri [danışmanı] olarak vazife almıştır. Osmanlı Yahudileri eski hahambaşı ve Yüksek Mühendis Mektebi Fransızca Muallimi olan Haim Naum; müşavir olarak görünse de, aslen‘arabuluculuk' vazifesini ifâ etmiştir.
Hangi manada arabuluculuk yaptığını ise, Lozan'a gitmeden evvel; Avrupalı dostlarına ve mason loca şeflerine söylediği şu sözler ile anlıyoruz: “Yanlış yapıyorsunuz; Anadolu'yu işgal etmekle Müslüman Türkleri sindireceğinizi mi sanıyorsunuz? Hayır, Türkleri savaşla yıkamazsınız. Birkaç yıl içinde bu milletin yeniden dirileceğini, toparlanıp derleneceğini hesaba katmıyorsunuz! Öyleyse yapılacak şey, Lozan Antlaşması'yla bunlara bir fırsat tanıyıp bu zaman içinde İslamiyet'ten uzaklaştıracak, din ve tarih şuurunu unutturacaksınız. Müslüman Türkler, bir iman ve ahlak tahribatı süreci geçirmelidirler.
Ekonomileri çökertilmeli, siyasi partilerden gazetelere, hepsi ele geçirilmelidir. Yumuşak ve kolay lokma yapıldıktan sonra, Türkiye parçalanıp Büyük İsrail'e katılmalıdır. Bu şartları yerine getirmeden Türk milletini tarih sahnesinden silmek mümkün değildir. Bu şartlar tekâmül etmeden savaşırsanız, kazanamaz yenilirsiniz.” (Prof.Dr.Necmettin Erbakan-Davam, MGV Yayınları, Ankara-Temmuz 2014, Sayfa:117)
Arabulucumuz, bu ideal ile bizi? temsil ederken, birinci murahhas [delege] İ.İnönü; Milliyet Gazetesi'nin, 25 Temmuz 1971 tarihli nüsha 9. Sayfasında; Lozan hatıralarını anlatıyor ki, “Lozan Efsanesi” hakkında kafaları karıştıracak cinsten cümleler: “Diplomatların yaşayışları ve düşünüşleri, özel hayatları hakkında hemen hiçbir fikrim yoktu.
inonu Lozan Hatiralari Milliyet Gazetesi
Meslekten o kadar uzak bir hayat sürmüştüm ki, meselâ basit bir misal söyleyeyim; diplomatların yemeklerde, her yemekte ayrı bir giyim ve usulleri olduğunu zannediyordum. Bunları ilk gün otelin salonunda yemek yiyeceğimiz vakit bir mesele olarak etraftakilere sordum; “Ne giyeceğiz? Ne yapacağız?” diye… Ben o zamana kadar çizmeden başka bir ayakkabı tanımıyordum. Sabahleyin yataktan kalkar kalkmaz ilk İşim olarak çizmeyi ayağıma geçirir, ondan sonra tabii bir şekilde terlikle dolaşıyormuşum gibi hazırlanırdım.”
“Lozan Konferansına gidinceye kadar, askerî diplomasi vazifeleri yaptım. Kurmay subaylara mahsus hudut vak'aları veya muharebe esnasında, (bilhassa Yemen'de bulunduğum zaman) muharipler arasında temaslar gibi vesilelerle, diplomatik vazifeler yapmışımdır.
Lozan'a bu bilgiyle gittim. Ondan evvel Mudanya Mütarekesini idare etmiştim; cephe kumandanı olarak, generallerle beraber… O da tam bir asker hayatıydı… Generallerle temas ettim; birbirimizin usullerini, yaşayış tarzlarını biliyorduk.
Aramızda fark yoktu. Onun için güçlük çekmedim. Mütarekeden sonra Lozan'a gittiğim zaman böyle merasim içinde geçecek bir hayat hülyası ile oraya vardım. İlk iki gün geçer geçmez, büsbütün başka şartlar içinde yeniden çalışmaya mecbur olduğumu, şimşek çakmış gibi gözümde derhal fark ettim. Muharebe meydanından çıkmış, oraya gitmiştim.
Vazifenin bu kadar ehemmiyetli olduğunu bilmiyordum. Her tarafiyle, birdenbire gözümde o kadar güç ve o kadar geniş bir vazife olduğu kanaati geldi ki; hemen ilk işim ciddi olarak konferans işine başlamadan evvel, Lozan konferans heyetimizi teşkil eden büyüklü küçüklü bütün murahhas ve mütehassısları etrafımda topladım.
«Arkadaşlar» dedim, «Biz buraya büyük bir vazife için geldik. Bu vazifeye hazırlanmak için şimdiye kadar geçirdiğim bir tecrübe yoktur. Fakat bu iki üç günlük temaslarımdan öyle anladım ki; ben bir muharebeden çıkmış, öteki muharebeye girmişim. Diplomatlarda Lozan'da öğrendiğimden başka bir hâssa [özellik] vardır, herkesten farklı olarak.»
Lozan'ın, bizim kanattan birinci ağzı olan “asker” bunları naklediyor hatıralarında... Peki, ikinci ağzı olan “doktor” [ayrıca Milli Eğitim Bakanı ve Sağlık Bakanı] Rıza Nur ne diyor? Buyrun okuyalım: “Bizde ne hazırlık var, ne dosya var. Hiçbir şey yok. Lord Gürzon gibi bir takım resmî diplomatlar burada, hem bunların mükemmel dosyaları vardır. Ne yapacağız?! Hey'et-i Vekile bize giderken bir içtimada avuç içi kadar bir kâğıda sığan bir tâlimat verdi.
Mustafa Kemal, İsmet ile beni bir kenara çekti dedi ki: ‘Esaslarınız budur. Baktınız ki hatta Trakya'yı alamıyorsunuz, sözlerinden dönüyorlar, uğraşmayın, terkedip sulhu yapın. Hatta icap ederse, İstanbul'dan vazgeçmek lazımdır. Musul için hiç uğraşmayın!' Mustafa Kemal'in de şifahî direktifi bu, hayret ettim.
Trakya ile İstanbul'un bize terki mes'elesi olmuş bitmiş bir mes'ele gibiydi. Bu adamın fikri ne idi? Bilmem!. Galiba ne olursa olsun, sulh istiyor. Doğrusu Trakya için zahmet çekmedik, kolay aldık, sadece Dimetoka'yı boşuna kaybettik. Fakat İsmet Lozan'da, Musul için daima bana: ‘Canım, gel şunu bırakalım da, sulh yapalım' der beni zorlardı. Ben: ‘Olmaz, bütün mukavemetleri yapalım.' derdim. ‘Canım, sonra boca ederiz, sulhu kaçırırız, verelim' derdi. Boca onun tâbiridir.
Ne yapsın efendisinin emrini icra ediyor. İhtimal İngilizler, Trakya ve İstanbul için de Musul gibi yapsalardı onları da vermek isteyecekti. Bereket versin İngilizler bunlara hiç itiraz etmediler.” (Dr.Rıza Nur-Hayat ve Hatıratım, Frankfurt-1982, Sansürsüz Tahşiyeli Basım, Cild 2, Sayfa: 860-861)
Biz, şu satırları okurken kanımız donsa da, kurtlar sofrasında 5-0 yenik başladığımız maç ile alâkalı münâzara yapmayı düşünmüyoruz. Bunu, mevzua vâkıf olan olmayan herkes, televizyon ekranlarında ve gazete köşelerinde yapıyor zaten. Gündemi oluşturan “Lozan zafer mi, hezimet mi?” sualinin cevabını, İ.İnönü ve Dr.Rıza Nur'un bu hatıraları ile L'Eclair ismiyle, Paris'de neşredilen politika gazetesi üzerinden yazılanlarla, siz kıymetli okuyucularımızın insafına bırakıyoruz:
LEclair Gazetesinin Bir Nushasi
“Türk beylerin zafer kazandıkları açıklanıyor. Eğer bu doğruysa; onların, evlerinin harabeleri üzerinde şarkı söyleyerek dans eden körler olduklarını söyleyebilirim. Türkler daha düne kadar Osmanlı İmparatorluğu'na sahiptiler. Hâkimiyetleri Balkanlar'dan Hint Okyanusu'na, Kafkasya'dan Mısır'a kadar uzanıyordu. Lozan'ı imzaladıktan sonra işte sancakları Arabistan'da, Filistin'de, Mezopotamya'da ve Suriye'de yere düştü. Tabii, Muhammed (Sallallahu Aleyhi Vesellem)'in büyük ailesinin (İslam Âleminin) başına böyle bir felaket hiç gelmemişti.
Türkiye, Lozan'da fedakârlıklarının en büyüğünün altına imza koydu. Bundan böyle Osmanlıların bakışları; eski imparatorluğun en güzel, en güçlü ve en zengin bölümü olan doğudaki bölüme çevrilemez. Mekke kervanlarının yolu artık onların topraklarından geçmeyecek. Mukaddes şehirlerin kendileri de yabancıların hâkimiyetine konacak. Ankara Meclisi, kendini canlı törenlerin neşesine teslim edebilir. Türklerin sapkınlıkları ve ateşleri artık beni şaşırtmaz. Hiçbir şey anlamak istemiyorlar; tükenen halklar böyle olur.” [23.08.1923]
Lozan Konulu Akbaba Mecmuasi 23Subat1923
Lozan'ın acı meyvelerini ise, merhum Ali Ulvi Kurucu Hocaefendi'nin 18 Şubat 1989 tarihli Zaman Gazetesi'ne anlattığı hatıralarından bir misâl ile tadıyoruz: “Türkiye'nin içinde bulunduğu şartlar, diğer Müslüman ülkelere hiç benzemez. Çünkü Türkiye, peşi peşine yıkılışların ülkesidir.
Lozan Muahadesi yaşamış bir memlekettir. Hiç unutmam; bundan 10-15 yıl kadar önce Endonezya Başbakanı Muhammed Nazır hacca gelmişti. Otelde ziyaret ettim. Bir ara ‘Türkiye'den ne kadar hacı geldiğini' sordu. ‘Yüz elli bin diyorlar' dedim. ‘Yüz elli bin demek ha' deyip başladı ağlamaya. Şaşırmıştım!.
Sonra şu izahı yaptı. 'Ben Lozan Antlaşmasını çok iyi tetkik etmiş biriyim. Lozan'da tek hedef Türklerin Hıristiyanlaştırılması idi ve bağımsız bir devlet olmak istediklerini söyleyen Türk delegasyonuna açıkça ifade edilmişti. Biraz daha ileri gidilerek Hıristiyanlaştırmanın nasıl yapılacağı anlatılmıştı. Buna göre, dini tedrisat okullardan kaldırılacak, harf inkılâbı yapılacak ve Rusya'dakine benzer bir laiklik getirilecekti.
Tabiî bununla da kalınmayacak, cami sayısı azaltılarak kilise yapımına başlanacaktı. Bizzat onların kaynaklarından yaptığım araştırmalarla öğrendim bunları… Şimdi Allah'ın işine bakın ki; bugün bu ülkeden yüz elli bin kişiye pasaport ve döviz veriliyor, buyrun hacca gidin deniliyor.
Cami sayısı on binlerce artarken, bir tek yeni kilise yapılmıyor. Ne büyük lütuftur bu. Oysa benim memleketim Endonezya'da, yardım adı altında ve Amerikan marifetiyle tek hıristiyan bulunmayan köyde bile kilise inşa edilmiştir. Demek, ecdadınız camilerinizin temelini öyle samimî, öyle halis atmışlar ki, yıkılmadıkları gibi yerine yenileri yapılıp duruyor.'”
Geldik, şu günlerde dünya gündemini alt üst eden “Musul” mevzuuna… Şuursuz, ideolojik menfaatperest güruh “Ne işimiz var Musul'da” mantığı ile hareket ederek, gündemi oyalıyor. Onlar için davâ, ecdâdın kanının dökülmüş olduğu toprakların hesabı, gibi bir dert yok!. Varsa yoksa “laiklik” maskesi altında, kendi çıkarları söz konusu… Çok görmemek lazım diyorum. İzinden gittiklerini iddia ettikleri M.Kemal Paşa da çok farklı düşünmemişti doğrusu.
Bunun ispatı olarak da, M.Kemal Paşa ile M.Esat Bozkurt arasında geçen şu talihsiz konuşma, acı bir ibret tablosu olarak karşımıza çıkmaktadır: Atatürk bir gün, lütfen, bu husustaki (Şapka İnkilâbı) fikrimi sormuşlardı. O sırada Musul işi, aleyhimizde sonuçlandığı için, rahmetli hayli sıkıntılı idi.
Şu cevabı vermek cesaretinde bulundum: “Şapka giymek, bu millet hesabına bir Musul fethinden üstündür!” Atatürk hafifçe gülümsediler ve başlarını bir kaç defa eğerek beni taltif ettiler. [Tasdiklediler] (Mahmut Esat Bozkurt-Atatürk İhtilali, Altın Kitaplar Yayınevi, 1967, 1.Baskı, Sayfa:155)
Doğrusu insan, şu acı misâli görünce; hususiyetle ‘Musul ve Kerkük'ün elimizden çıkması bir bakıma faydalı mı oldu' demeden edemiyor, ne yazık ki!. Çünkü bu zihniyet, oradan akan petrol paralarıyla dağları delip, heykeller yontarak, Türkiye'yi Yunan'ın çok tanrılı dönemine çevirirdi.
Hasret Yıldırım/Yenisöz-19 Ekim 2016 Çarşamba